sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2009 Perşembe

İlişkilerde erkekler ne söylese boş

"İlişkilerde erkekler ne söylese boş!"

Melike BİRGÖLGE / mbirgolge@hurriyet.com.tr 29 Haziran 2009
İlişkilerde erkekler ne söylese boş!

En çok izlenen dizilerin başında gelen Aşk-ı Memnu’daki canlandırdığı ‘Nihat’ karakteriyle dikkatleri çeken İlker Kızmaz’la yaptığımız keyifli röportaj…

Milyonlarca izleyici sizi Aşk-ı Memnu dizisindeki Nihat karakteriyle tanıdı. Kimdir Nihat’a hayat veren İlker Kızmaz?
1975 yılında İzmir'de doğdum. Okul hayatım İzmir'de geçti. Liseden mezun olduğum Cuma gününün ertesi günü çalışmaya başladım. Bir daha da durmadım. Çalışırken aynı zamanda yüksek öğrenimimi tamamladım. Bir çok değişik iş yaptım.

Hangi işlerde…
Torna tesviye, nakliye, döşemelik kumaş satışı, tezgahtarlık… Bunların arasında beden gücü gerektiren zor işler de vardı. İnsanlarla uğraşmamı gerektiren, onları sevk ve idare etmem gereken işler de vardı. Ama ilkokuldan beri tiyatrodan hiç kopmadım. Bir şekilde hep içinde oldum. Son beş yıldır da İstanbul’da yaşıyorum.

‘Aşk-ı Memnu’ya dahil olmadan önce neler yapıyordunuz?
Diziden önce Levent Semerci'nin yönettiği İlker Altınay ve Hakan Evrensel'in senaryosunu yazdığı ‘Nefes’ isimli bir sinema filminde rol aldım. Filmin çekimi için bir buçuk yıl kadar Antalya'daydım.

“İZMİR’İ TERKETMEK BÜYÜK CESARET!”

Ondan önce de ‘Candan Öte, Duvar’ gibi birkaç dizi projesinde yer aldınız. Peki, 2004 yılında İzmir’den İstanbul’a yerleşmeniz hangi vesileyle…
Hep istiyordum zaten. Ömrümün geri kalanını oyunculuk yaparak İstanbul'da geçirmeyi... Ama bunun doğru zamanının gelip gelmediğini kestiremiyordum. İzmir'de yaşayanlar da bilirler, oradan çıkıp başka bir şehre yerleşmek için çok büyük sebeplerinizin ya da çok büyük hedeflerinizin olması lazım. Yani İzmir gibi bir şehri terk ediyorsanız hedeflerinize giden yolun yarısını kat ettiniz demektir. Büyük cesaret… (Gülüyor)

Alaylı oyunculardansınız. Nasıl başladınız oyunculuğa?
Ben daha ilkokul birinci sınıftayken 23 Nisan günü törene çıkacak üst sınıflardan bir çocuk hastalanınca çok sevdiğim öğretmenim Asiye Menteş bir saat içinde bana bir tekerleme ezberletip beni sahneye itip kaçtı. (Gülüyor) Yanımda Fikri diye arkadaşım daha vardı aynı kaderi paylaşan… O günden sonra Fikri ile beraber törenden törene koşup durduk. O saatten sonra nerede şiir, şarkı ya da müsamere varsa "İlker, Fikri gelin oğlum bu yapılacak. Hadi koçlarım, göreyim sizi" deyip liseye kadar bizi her türlü organizasyonda görevlendirdiler.

“REKLAM DEYİP GEÇMEMEK LAZIM!”

Dizilerden önce reklamlarda da rol almışsınız. Neler kaldı size reklam çekimlerinden?
Çok fazla reklam çekmedim. Taş çatlasın dört beş tane reklamım oldu. Ne kaldı geriye derseniz zor zamanları geçirmek için biraz para bir sonraki iş için biraz tecrübe… Çekim esnasında tanıştığım ve büyük ihtimalle ileride bir şekilde yollarımızın tekrar kesişeceği çok önemli insanlar… Hatta Formula1 tanıtım filminde beraber çalıştığımız Şenol Altun'la daha sonra ‘Nefes’ filminin setinde de karşılaştık. Bir buçuk senemiz beraber geçti. Kendisinin ilk başından sonuna kadar çok yardımı dokunmuştur bana. Çevrede güvendiğin tanıdık birinin olması güzel bir duygu. Reklam deyip geçmemek lazım.

Canlandırdığınız Nihat karakteri size geldiğinde neydi bu rolü kabul etmeniz konusunda sizi cezbeden? Hangi özellikleri…
‘Nihat' karakterinden önce yapımcımız Kerem Çatay'ın ve yönetmenimiz Hilal Saral'ın tutumu, yaklaşımı, samimiyeti cezbetti beni. Bana ‘Süleyman Efendi'yi oyna’ deselerdi ona da ‘Hayır’ diyemezdim herhalde. (Gülüyor) Biz diziye başlarken bir takım kodlar verildi Nihat ile ilgili bana.

Karakteri aklınızda analiz edebilmeniz için…
Aynen… Üzerinde düşünmem gereken ipuçları… Peyker'i seven… Ki o zaman karısı değildi. Onun için birçok şeyi feda edebilecek saf bir aşkı olan ama dışardan sürekli müdahaleye uğrayan baba merkezli bir adamdı Nihat. Ama zaman içinde çok iyi bir eş, çok iyi bir baba profili çıktı. Bu yönü de hayli keyifli oldu.

İLK ÇEKİMDE ŞAŞKINLIKTAN NE YAPACAĞIMI BİLEMEDİM!

Dizinin ilk çekiminde zorlanmışsınız. Neden?
Aslında zorlanmak denemez ama ilk gün olması nedeniyle hepimizde bir heyecan, bir telaş vardı. Çünkü dizinin ilk sahnesi, ilk planı çekilecekti ve o plan benim tek başıma olduğum bir plan idi. Kayıt deyip başladık. Sahne çekildi ve Hilal Hanım ‘Kes’ der demez iyi mi oldu kötü mü oldu diye etrafa bakarken birden bir alkış kıyamet koptu. Ben daha ilk sahnenin şaşkınlığını atamadan ortalık yıkılıyordu. Öylesine şaşırdım ki ne yapacağımı bilemedim. Sonradan anladım ki ilk plan çekildikten sonra adettenmiş alkışlanıp tebrik edilirmiş. (Gülüyor) İlk defa böyle bir an yaşadım ama hayatım boyunca unutamam sanırım.

“AİLEM VE ARKADAŞLARIM MÜTEVAZI YAŞAYAN, KALENDER İNSANLAR!

Nihat karısına aşık ama onun ve kendi ailesinin çekişmelerinin arasında sıkışmış biri. Ki toplumumuzda bu çekişme arasında kalan çok kişi var. Siz kendi hayatınızda böyle bir durumla karşılaşsanız nasıl tepki verirsiniz?
Hayat çok acayip! Her gün başka bir şey için şaşırıyoruz. Bu benim başıma gelmez dediğimiz her şeyde bizim ya da yakınlarımızın başına geliyor bir şekilde. Nihat'ın da başına gelmeyen kalmadı. Tabi bu arada daha da iyi günleri bunlar. Ama benim başıma bunlar gelse ne yapardım bilmiyorum. Çünkü şartlar değişik. Benim ailem ve arkadaşlarım mütevazı yaşayan, kalender insanlar. İşler bu kadar ayyuka çıkmadan her şey tatlıya bağlanır bir şekilde.

“FİRDEVS'ÇİLER BİHTER’İ ELEŞTİRİYOR, BİHTER'CİLER DE FİRDEVS’İ…”

Bunu yani izleyicilerin, dizinizi futbol takımı tutar gibi izlediklerini ‘Aşk-ı Memnu’ da daha sık görebiliyoruz. Firdevs'çiler Bihter’i eleştiriyor, Bihter'ciler de Firdevs’i… Sevdikleri karakterleri savunmalarını, karşısındaki karakterleri ise eleştirmelerini neye bağlıyorsunuz?
Herhalde kendine yakın gelen karakteri izleyip kendi zaafını onda yakalamak, yapamadığı şeyleri onun yapmasını izlemek ya da kendi giydiği kıyafeti onun üstünde de görmek karakterle arasında duygusal bir bağ kurulmasını sağlıyor. Mesela Firdevs'çiler Bihter’i eleştiriyor, Bihter'ciler de Firdevs’i… Erkekler Alex mi Hagi mi diye tartışırken bayanlarda Adnan mı Behlül mü diye tartışıyorlar. (Kahkahalar…)

Ya seyircilerin, oyuncuları canlandırdıkları karakterle birebir özdeşleştirmeleri konusunda neler söyleyeceksiniz? Günlük hayatınızda gördüklerinde rolünüzdeki kişi gibi davranmalarını neye…

Onlar işe kendini kaptıranlar. İnandırıyoruz demek ki! (Gülüyor)

“BASTIĞIN YERİ HİSSET, BAKTIĞIN YERİ GÖR!”

Oyunculuğunuzu nelerle besliyorsunuz?
Beslemek, aç kalmak susuz kalmak gibi ihtiyaçlar olduğunu düşünmüyorum oyunculuk açısından. Dün kötü oynadım; biraz kitap okuyayım, tiyatroya gideyim, bir film izleyeyim besleneyim de bugün toparlanayım, daha iyi oynayayım diye bir şey olmuyordur herhalde. Ama insan olarak beslenmemiz gereken o kadar çok şey var ki... Okumak, izlemek, gezmek, görmek, yaşamak daha milyon tane şey... Bahçeşehir Üniversitesi'nde Hazal Selçuk bizim hocamız idi. Farkındalığımızı arttırmak için hep söylediği ve sürekli tekrarladığı bir şey vardı. ‘Nefes al, nefes ver. Bastığın yeri hisset, baktığın yeri gör'' Farkındalığımızı hep yüksek tuttuğumuz zaman çevremizdeki olayların, insanların, ülkeyi yönetenlerin, yazılan kitapların, çekilen filmlerin, oynanan oyunların, gökyüzünün renginin, arkadaşımızın saçının renginin farkında olduğumuz zaman zaten insan olarak besleniyoruz. Daha bu yolda belki toplu iğne ucu kadar ilerlemiş bir insan olarak ben oyuncunun beslenme çantası da faklı değildir diye düşünüyorum.

“ERKEKLER OLMADAN KADINLAR, KADINLAR OLMADAN ERKEKLER YOK!”

İzmir’in kızlarının, güzelliklerini İzmir’in erkeklerine borçlu olduğunu söylüyorsunuz. Nasıl yani? Niye erkeklere borçlular?
İzmir'de böyle bir alacak verecek durumu olduğunu sanmıyorum. Herkes hesabını kapatmış orada, defterler kapanmış. (Kahkahalar…) ‘Ben daha güzelim sen de fena değilsin’ gibi bir şey yok. Şehir güzel, herkes güzel herkesin yüzü gülüyor. Herkes samimi, şartlar elverdiği ölçüde de mutlu. Erkekler olmadan kadınlar, kadınlar olmadan erkekler yok! Ying yang (Gülüyor)

“Kız meselelerinde acemiyim. Bu konuları çok da konuşamıyorum, utanıyorum.” diyorsunuz. Neden?
Aslında konuşurum tabii, neden konuşmayayım. Ama bunlar insana özel şeyler olduğu için herkesle paylaşmaktan hoşlanmam. Sıkılırım başkasını da sıkarım.

“OKULU AŞIK OLDUĞUM KIZ SAYESİNDE BİTİRDİM!”

Aşık olunca neler değişir İlker Kızmaz’da? Nasıl yaşarsınız aşkı?
Sabah kalkışınız oturuşunuz yürüyüşünüz, nefes alışınız her şeyiniz değişir. İlk yaşadığım aşk kadar olmasa da hayatımın yüzde 80'ini etkiler.

İlk aşkınız…
İlk defa ilkokulda aşık olmuştum ben. Kızın çantasına hangi akla hizmetse sakız, çikolata koyardım ders aralarında. Gece yatarken sabah kalkınca ilk düşündüğüm şey o olurdu. Okula bile onu görmeye gidiyordum diyebilirim. İlkokulu, ortaokulu bitirdiysem o kız sayesinde. (Gülüyor)

“NE KENDİMİN NE DE ARKADAŞLARIMIN GEÇMİŞİNİ ASLA UNUTMAM!”

Anılarınızı saklamayı seviyormuşsunuz. İlkokuldaki hatıra defteriniz bile duruyormuş. Birçok insan geçmişi unutmayı tercih eder. Sakladığınız bazı anılar acıtmıyor mu sizi?
Geçmişi unutmamak, belleğimi diri tutmak benim en önemli düsturlarımdandır. Kendim için ailem için arkadaşlarım için yarını bugünden daha iyi hale getirebilmek adına dünü unutmamam gerekiyor diye düşünüyorum. Ne kendimin ne de arkadaşlarımın geçmişini asla unutmam.

“KADINLARIN İLİŞKİ ANLAYIŞI İNANILMAZ DEĞİŞTİ! ERKEKLER ARTIK NE SÖYLESE BOŞ!”

“Issız Adam çıktı, mertlik bozuldu” diyorsunuz. Neden?
Çünkü son dönemde kadınların ilişki anlayışı inanılmaz değişti. Erkekler artık ne söylese boş. İlişki kötüye gitmiyor olsa dahi yaşanan en ufak tartışmada ‘Issız Adam’ etiketi erkeğe yapıştırılıyor.

Kadınların ilişkiye bakışının inanılmaz değiştiğini söylüyorsunuz. Nasıl yani, ne yönde bu değişiklikler?
Lisedeyken kız arkadaşımın elini tutabilmek yan yana yürümek, Kordon’da bir yere oturamadığımız için bankta oturup sohbet edebilmek bile başlı başına bir ilişki sayılırdı. Ve inanın çok acayip bir zaman gerektiriyordu kızın elini tutabilmek bile! Bir de şimdiki ilişkileri düşünün. Başka bir şey söylemeye gerek bile yok.

29 Ekim’de gösterime girecek olan ‘Nefes’ adlı film çok önemli sizin için. Biraz bu filmden bahseder misiniz?
Bir reklam görüşmesi için reklam şirketine gitmiştim. Orada yönetmenimiz Levent Semerci ile tanıştım. Deneme çekiminden sonra “Bir film çekeceğim, seni de oynatacağım” dedi. “Beş dakikalık görüntünü getir bana, ne yaparsan yap beş dakika içinde” dedi. Aradan zaman geçti yine bir gün şirketin önünden geçerken yönetmen yardımcımız Hande Türkel kolumdan çekip “Gel bakim sen buraya hani senin beş dakikalık görüntün, çabuk geç stüdyoya beş dakika konuşacaksın kameraya” dedi. Apar topar girdik, o kamerayı açtı ve kaçtı gitti. Aradan iki sene falan geçti sanırım. Bir gün Hande aradı. ‘Biz başlıyoruz projeye ne durumdasın?’ dedi. Uçarak gittim tabi. Toplantılar, deneme çekimi falan derken sekiz on kere bir araya geldik. Sonunda otuz beş kişilik falan bir kadro seçildi. O şanslı insanlardan biri de bendim.

Peki filmin hikayesi…
Film Kuzey Irak operasyonu sırasında sınırda bulunan bir role istasyonunu korumak için görevlendirilen 30 komandonun hikayesini anlatıyor. Yönetmenimiz Levent Semerci, yardımcıları Hande Türkel, Barış Kaya senaristleri Hakan Evrensel, İlker Altınay oyuncuları da burada ismini tek tek sayamayacağım on numara insanlar.

Çekimden önce, tüm oyuncular, iki ay boyunca eğitim almışsınız. Nasıl geçti o askeri eğitim süreci?
Normal bir komando eri acemilik dönemimde ne yapıyorsa aynılarını yapmaya çalıştık. Onlar kadar ağır geçmemiştir mutlaka ama yakın olduğuna eminim. Çok iyi askeri danışmanlarımız vardı başımızda. Bildikleri birçok şeyi bizimle paylaştılar, bize öğrettiler. Botları kardan korumayı, yağmurda ateş yakmayı, gece karanlıkta görünmeyen alevi, yaralı taşımayı birbirlerine hayatını emanet ettikleri bir takım olmayı. Hiç birimiz o kışlaya girdiğimiz gibi çıkmadık, olgunlaştık ve büyüdük. Levent Semerci bizi asker yaptı, birbirimize kenetledi bıraktı, sonra da filmimizi çekti. Film esnasında kimse ‘Silahı böyle tut, MG 3 böyle çalışır, şarjör böyle değişir’ demedi. Bize zaten öğretmişlerdi biliyorduk.

“NEFES FİLMİ HAYATIMIN DÖNÜM NOKTASI!”

Kariyerinizde dönüm noktası olacak diyebilir misiniz bu film için?
Filmin bana kattığı şeyleri sadece kariyerimde dönüm noktası oldu diye özetlemek benim için çok yetersiz ve film için de büyük haksızlık olurdu herhalde. Hayatımın dönüm noktası oldu diyebilirim.

Dizilerde rol alan çoğu oyuncu, sinema için “Bambaşka bir şey” der. Siz de öyle… Nedir sizce sinemayı bu kadar büyülü yapan?
Bu benim ilk sinema filmim o yüzden bu duyguları ilk defa yaşıyorum. Dizi veya tiyatro bambaşka bir haz kesinlikle. Ama Levent Semerci başta olmak üzere bütün ‘Nefes’ ekibiyle oyuncusundan asistanına arkamızı toparlayan, çayımızı kahvaltımızı hazırlayan kişiye kadar bu ekipteki herkesle her zaman içinde ne olarak yer aldığıma bakmaksızın her işi yapabilirim.

Binicilikle ilgileniyorsunuz. Bunun yanı sıra uzun yıllar aikido yapmışsınız. Neden aikido… Nerden bu merak…
Yapı olarak asabi veya çok şiddete meyilli biri değilimdir. Ama uzak doğu sporlarına da küçüklükten beri bir ilgim vardı. Araştırdım ve içlerinden bana en yakın ve en uygun olarak Aikido’yu keşfettim. İzmir’de çok da iyi hocalarım vardı. Normalde günlük bir saat olan idmanın dışında üç saat daha ekstradan çalıştım hocalarımla. Sonra onlara ders esnasında ‘Ukemi’lik yaptım. Yani teknik yapılırken dayak yiyen adam. Japonya'daki diğer savaş sanatları gibi Aikido sadece kendini korumak için değil aynı zamanda ruhsal gelişim için de bir öğretidir. Ai: birleşme, uyum - ki; yaşam gücü, ruh - do: yol demektir bir bütün olarak da anlamı ‘Yaşam Gücü İle Bütünleşme Yolu’dur. Aikido’nun felsefesi insanın kendi yaşam gücünü geliştirmekten ibarettir. Çok teknik terim kullanmadan anlatayım. Aikido’da ilk önce dayak atmadan dayak yememeyi öğrenirsiniz. Daha sonra rakibin kendi gücüyle doğru orantılı olarak ve onun gücünü kullanarak belli

tekniklerle onu etkisiz hale getirmeyi öğrenirsiniz.

Dizide ne kadar kararsız ve arada kalsanız da gerçek hayatınızda ne istediğinizi biliyorsunuz. Yapmak istedikleriniz arasında neler var?
Kalıcı bir şeylere hizmet eden söyleyecek sözleri olan, anlatılacak derdi olan işler yapabilmek. Kendi hayallerimi gerçekleştirirken hayallerini gerçekleştirmek isteyen insanlara da faydalı olabilmek…

12 Haziran 2009 Cuma

Seren ne yapsın


Seren ne yapsın

Üç yılda tam üç kez hamile kalan ancak bebeklerini daha doğmadan kaybeden Seren Serengil, "Sizce ben ne yapmalıyım" diye soruyor:

SEREN SERENGİL VE EŞİ (FOTO GALERİ)

"Eğer beş yıl içinde çocuğum olmazsa, eşimin hayatında olmak istemem. Bebeğimi kaybettiğim gün
hastanede Musa'ya, 'ayrılalım' dedim. Çünkü o çok üzüldü. Hıçkıra hıçkıra ağladığına şahit oldum. O babalığı hak ediyor. Bu durumda ne yapmalıyım bilemiyorum."

Beş yıl içinde çocuğum olmazsa eşimin hayatında olmak istemem

Üç yılda tam üç kez hamile kalan ancak bebeklerini daha doğmadan kaybeden Seren Serengil, yaşadıklarını Kelebek’le paylaştı. Hayatla bağını koparmamaya çalıştığını belirten Serengil, yeni görüntüsüyle ilk kez Zeynel Abidin
Ağgül objektifine poz verirken, çarpıcı açıklamalarda bulundu: “Hiç çocuğum olmayabilir. Eğer beş yıl içinde olmazsa, eşimin hayatında olmak istemem.

Çünkü o, babalığı hak eden biri. Bunu ona yapamam.”

2006 yılında dokuz aylık hamileyken bebeğinizi kaybettiniz. Ardından geçtiğimiz yıl, 1,5 aylıkken düşük yaptınız ve 40 gün önce de 5,5 aylık hamileyken üçüncü bebeğinizi kaybettiniz... Bunların sebebi kan pıhtılaşması mı Seren Hanım?
- İlk hamileliğimde, dokuz aylık hamileyken bebeğim karnımda öldü. Bunun üzerine doktorlar benden genetik test istediler. Bu testte hem benim hem de eşim Musa’nın kromozomlarına bakıldı, tam teşekküllü kan tetkiklerimiz yapıldı vs... Fakat ben ilk bebeğimi kan pıhtılaşması nedeniyle kaybetmedim. O tamamen kordon dolanması yüzünden vefat etti.

Kan pıhtılaşması rahatsızlığınız, ikinci bebeğinizi kaybettikten sonra mı ortaya çıktı?
- Evet... Ama bu, ileri safhada değildi. Bunun seviyeleri var. Benimkisi dördüncü seviyedeydi. İkinci bebeğimi 1,5 aylıkken düşürünce, nedenlerini araştırmaya başladık. Ve ortaya kan pıhtılaşması çıktı. Bundan sonraki hamileliğimin normal gitmesi için ilaç tedavisine başladık. Dokuz ay boyunca karnımdan kan sulandırıcı iğne olacaktım, çocuk doğduktan sonra da üç ay bu iğneye devam edecektim. Üçüncü kez hamile kalınca hemen iğneye başladık. 5,5 aya kadar her şey çok normaldi.

Peki, tüp bebek yöntemiyle üçüncü kez hamile kaldığınızı duydum. Bu doğru mu?
- Evet, doğru. Üçüncü hamilelikte çok titiz davrandık. Yani kromozomlarda bir şey çıkmasın, her şey sağlam, sağlıklı olsun diye tüp bebek istedim. Bunu yaparken de bana çok hormon verdiler. Hormonlarım değişince birden 75 kiloya çıktım. Dört aylık hamileyken enteresan bir şekilde ellerim, ayaklarım su topladı ve his kaybı yaşamaya başladım.

Bunun nedeni kan pıhtılaşması mı yoksa size verilen hormon mu?
- Gebelik zehirlenmesindenmiş... Ben şiştikçe şiştim ve 90 kiloya çıktım. Çok stresli ve sinirliydim. Normal değildim. Son zamanlarda artık yürüyemiyor, ellerimi kapatamıyordum. Yüzüm, gözüm şişmişti. Fil hastalığına yakalanmış gibiydim. Çocuk doğsaydı, 120 kiloya kadar çıkacaktım. Kontrole gittiğimde çocuğun suyunun azaldığını söylediler. Bende tansiyon da nüksetmeye başladı. 20’lere kadar çıkıyordu. Bunları yaşarken Amerika’daydım. Musa ve ailem ise iş nedeniyle Türkiye’deydi. Son kontrole gittiğimde doktorlar, bebeğin gelişiminin durduğunu ve hayatımın tehlikede olduğunu söyleyince, apar topar İstanbul’a geldim. Bir gün evde otururken fenalaştım ve eşim beni Amerikan Hastanesi’ne götürdü. Tansiyonum 24’e çıktı, beni hemen ameliyata almak istediler. Beyin kanaması geçirme riskim vardı. O an tek düşündüğüm çocuğumdu. Ve hemen sezaryenle doğum yaptım. Bildiğiniz gibi kızım sadece dört gün yaşadı.

BİR KEZ DAHA DENEYECEĞİM

Hamileliğiniz boyunca kan sulandırıcı iğne oldunuz. Buna rağmen neden erken doğum yaptınız, iğneler yetersiz mi kalmış?
- Evet, yetersiz kalmış. Bunda da hiçbir doktoru suçlayamıyoruz. Çünkü kan sulandırıcı iğnenin ölçüsünü fazla vermeleri de tehlikeli. Bu sefer mide kanaması geçirme riskiniz var. Burada bana düşen sakin olmaktı. Oysa ben çok stres yaptım.

Neden peki, bebeği kaybetme korkusundan mı?
- Evet. Üçüncü hamileliğimi yaşıyordum ve bebeğimi kaybetmekten çok korkuyordum. Gergin, sinirli olmak doğal olarak tansiyonumu tetikledi. Ameliyata giderken söylediğim tek şey şuydu; “Ben öleyim ama bebeğimi yaşatın, küçük doğsa da yaşatın!” Narkozun etkisi geçip, gözümü açtığımda da ilk kızımı sordum. Yaşadığını söylediklerinde o kadar mutlu oldum ki! Onu kuvöz içinde yatarken gördüm. Küçücüktü. Çok güzeldi. Burnu, ağzı, elleri çok güzeldi. “Kuzum” diye sevdim, saatlerce. (Ağlıyor) Orada benim canım yatıyordu. Ve ben onun her türlü şeyine razıydım.

Nasıl her türlü şeyine razıydınız?
- Tam gelişmediği için kör, otistik, zeka geriliği olabilirdi. Felçli olma riski de yüksekti. Doktorlar beyin kanaması geçirme riski olduğunu da söylemişlerdi. Zaten beyin kanaması geçirdi ve öyle kaybettik. Ben onun her haliyle yaşamasını istiyordum. (Ağlıyor) Doğum günümde kızım beyin kanaması geçirdi. Doğduğum gün, kızımı kaybettim. Bunun acısını size anlatamam...

Londra’ya gidip, bu kan pıhtılaşması için birtakım tetkikler yaptırdınız. Sonuçlar geldi mi?
- Geldi. Bende kan pıhtılaşması olduğunu söylediler. Ama bunun önceden bir tedavisi yok. Bu ölümcül boyutta da değil. Ben hamile kalabiliyorum ama çocuğu karnımda taşıyamıyorum. Bir kez daha deneyeceğim. “Baba” olmayı hak eden bir eşim var. Bir kez daha anne olmayı deneyeceğim. Ama bir ya da iki yıl içinde değil. Buna gücüm yok. Şu anda daha loğusayım ve bir kadının çocuksuz loğusa dönemini yaşaması kadar anormal bir şey olamaz. Bu anlamda benim ikinci loğusalığım. Ama ben biliyordum, biliyor musunuz?

Neyi biliyordunuz?
- Bebeğimi kaybedeceğimi... 5,5 aya girerken Musa’ya, “Çocuğumuzu kaybedeceğiz, o ölüyor, altımdan bir şeyler geliyor, rüyamda gördüm” dedim. Bu beni strese soktu, stres damarlarımın daha çok büzüşmesine neden oldu, bu tansiyonumu yükseltti. Bir de kan pıhtılaşması eklenince, bebeğimi kaybettim . Bir daha hamile kalırsam artık hayatımda strese yer yok. Ama şunu da kabul ettim, belki benim hiç çocuğum olmayacak! Kahvaltı masasına Musa’yı çağırırken, çocuklarımın isimlerini de sıralamak istiyordum. İşte bu beni çok düşündürüyor.

Hangi anlamda düşündürüyor?
- Bebeğimi kaybettiğim gün hastanede Musa’ya, “ayrılalım” dedim. Çünkü o çok üzüldü, yıprandı. Hep teselli eden oydu. Ama onu teselli eden kimse yoktu. Gece yarıları hıçkıra hıçkıra ağladığına şahit oldum kaç kez. O yüzden onun bu kadar yıpranmasına dayanamadım ve bir sabah, “İstersen ayrılalım” dedim. Baba olmak onun en doğal hakkı. Sanırım ben ona bunu yaşatamayacağım. (Ağlıyor) Bir evlilik çocuksuz, ne kadar evlilik sayılabilir ki? Ben boşanalım dedim, o da bana, “Ben çocuksuz yaşayabilirim ama sensiz yaşayamam, zaten sen benim çocuğumsun” dedi. Eğer beş yıl içerisinde çocuğum olmazsa, hakikaten onun hayatında olmak istemem. Ben eşimin bir ömür boyu çocuk olmadan benimle yaşayabileceğine inanıyorum. Ama ben ona bunu yapabilir miyim, bunu bilmiyorum. Allah umarım iyi yazı yazmıştır bana.

NEREYE DEFNEDİLDİĞİNİ BİLMİYORUM

Nasıl öğrendiniz, size nasıl söylediler bebeğinizi kaybettiğinizi?
- 6 Nisan sabahı erken uyandım. Direkt çocuğun yanına gitmek istedim, kapıdan sokmadılar. Sonra bir baktım Musa geldi. Bizi bir odaya oturttular. Doktor Musa’yı çağırıp beni çağırmayınca anladım. Sonra Musa dışarı çıktı ve “Seren, kızımızı kaybettik” dedi. Yıkıldım... Kızımın yanına bir daha gidemedim. Eğer gitseydim, şu anda hiç kendime gelemezdim. (Ağlıyor) Musa ile birbirimize sarıldık, ağlaya ağlaya odamıza çıktık. Başka ne yapabilirdik ki... Sonra Musa kızımızı aldı, defnetti. Ama ben nereye defnedildiğini bilmiyorum. Bilirsem, günlerce o mezarlıktan çıkmam. Evde şu an bebek konusu açılmıyor. Zaten bebek görmeye, bebek reklamları izlemeye bile dayanamıyorum. Özellikle şu haziran ayının gelmesini hiç istemiyorum. Çünkü haziranda doğum yapacaktım. Bu benim için çok büyük bir travma. Her gün “Bugün ayın kaçı?” diye soruyorum.

BEBEK EŞYALARINI SANDIĞA KALDIRMAKTAN YORULDUM

Kızınızı gördünüz, kokladınız, sevdiniz. Tabii ki onun acısı çok daha farklıdır...
- Evet... Kızımı görmüş olmasaydım, ona dokunmasaydım, o annelik hissini hiç bilmemiş olmasaydım, bu kadar yıkılmazdım. Üç yıldır herkes bana hep taziyeye, başın sağ olsun demeye geliyor. Ve ben bir loğusalık dönemi geçiriyorum, evime çocuksuz dönüyorum. O loğusalık döneminde sütüm geliyor, göğüslerim şiş ama ben sütümü veremiyorum. Çünkü kucağımda çocuk yok. (Ağlıyor) Bunun acısını tahmin edemezsiniz, ki ben bunu üç kez yaşayan bir kadınım. Allah sevdiği insanları sınarmış. Ben de böyle düşünüyorum. Acıların karşısında duvar gibi durmayı öğrendim. Allah bana çok iyi bir eş verdi. Sabahları uyandığım zaman bana sarılır ve “seni o kadar seviyorum ki bu kadarı fazla değil mi” der. Banyodan çıkarım, saçımın arkalarını kurutamıyorum, ıslak kalıyor diye, hastalanırım endişesi ile saçımı kurutur. Ayağıma çorabımı giydirir. Böyle bana çok düşkün ve sevgi dolu bir eşim var. Karısına bu kadar şefkatle davranan bir eş, kim bilir ne kadar iyi de bir baba olur. O yüzden Musa çocuğu çok hak ediyor. Çok iyi baba olur. Yani ben, kendini geliştiremeyen bir kadın gibi utanmaya başladım. Psikolojik olarak beni yıprattı. Devamlı bebeklerin eşyalarını kaldırıp, sandığa koymaktan yoruldum.


Hürriyet
Sema EREN 26 Mayıs 2009
Seren ne yapsın

18 Aralık 2008 Perşembe

Kadınlara Burak gibi yaklaşamam

Kadınlara 'Burak' gibi yaklaşamam

Melike BİRGÖLGE / mbirgolge@hurriyet.com.tr
Kadınlara 'Burak' gibi yaklaşamam ‘Binbir Gece’ dizisindeki ‘Burak’ ile ilgili merak edilenler…

Sıradaki röportaj konuğum Mert Fırat desem, ‘O kim?’ diye düşünür çoğu kişi. Ama ‘Binbir Gece’ dizisi ve ‘Burak’ dersem birçok kişinin ‘Aaaaa! O mu!’ deyip, ilgiyle röportajı okuyacağını tahmin etmem hiç zor değil. Canlandırdığı asi, şımarık karakterin tam tersi mütevazı kişiliğiyle karşınızda Mert Fırat. Nam-ı diğer ‘Binbir Gece’ dizisindeki ‘Zengin Bey Burak’ hayranları bu röportaj sizin için.

Dizideki ‘Sezen’ karakterinin deyimiyle ‘Zengin Bey’ olarak diziye nasıl dahil oldunuz?

‘Binbir Gece’ dizisinden önce ‘Yersiz Yurtsuz’ dizisinde rol alıyordum. Beni orda TMC’nin sahibi Erol Avcı görmüş. Bana uygun bir rol olduğunu söylediler. Kabul ettim. Bu şekilde geçtiğimiz sezon diziye dahil oldum.

“İSVEÇ’TE AŞÇILIK – GARSONLUK YAPTIM!”

Ankaralı olduğunuzu biliyorum. Bunun dışında kimdir Mert Fırat? Sizi tanıyalım biraz.

Liseden sonra Rus Dili’ni kazandım Konya’da ama gitmek istemedim. Sonra bir arkadaşımın vasıtasıyla İsveç’e gittim. Orda Radyo – Televizyon – Medya Yönetimi okudum. Ama oradan mezun olmadım. İki yıl okudum, okumaktan çok çalıştım. Bunun nedeni de İsveç’te okumak kolaydı ama ekonomik koşullarım elvermedi. Yaşam şartları kolay değildi orda. Aşçılık, garsonluk yaptım. Müzikle de uğraştım.

“OYUNCU OLMAK İSTEDİĞİMDE AİLEM KARŞI ÇIKTI!”

Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro - Oyunculuk Bölümü mezunusunuz. Tiyatroyla tanışmanız nasıl oldu peki?

Ortaokuldan beri vardı ilgim. Şöyle ki; okuduğum o yıllarda bir hocamız vardı, bizi iki gruba ayırmıştı. Her hafta bir oyun ve skeçler yazmamızı istedi, hem de İngilizce olarak... Bu şekilde farkında olmadan adım atmış oldum aslında. Baktım güzel gidiyor ve kendimi geliştirebiliyorum da. Ondan sonra okulun tiyatro çalışmalarına, oyunlarına katılmaya başladım. Ve lise yıllarında ‘Ben oyuncu olmak istiyorum’ dedim. Ama ailem ilk önce karşı çıktı. ‘Önce üniversite oku sonra oyunculuğunu yap’ diyerek…

İsveç’ten döndükten sonra…

Döndükten sonra Ankara’da Devlet Tiyatrosu’na girdim sözleşmeli olarak. ‘Suç ve Ceza’ oyununda oynadım. O oyunda rol alırken sınava gidim. Ankara Üniversitesi Tiyatro - Oyunculuk Bölümü’nü kazandım. Bir yandan tiyatro oyunculuğu, diğer yandan okul…

Bu arada bir de, TRT’de ‘Bizim Evin Halleri’nde rol aldınız.

‘Suç ve Ceza’ oyununda oynarken, oradan beni bilen Hülya Gülşen Irmak ve Mehmet Atay, o dizi ekibine beni önermiş. O şekilde Bizim Evin Halleri’nde rol aldım.

‘Ver elini İstanbul’ deyişiniz…

2006’da okulum bitmişti. Ve burası yani ‘Oyun Atölyesi’ sınav açmıştı. Sınava girdim, ‘Hırçın Kız’ oyunu için seçildim. Gidip gelmek zor olacaktı, İstanbul’a yerleştim. Yerleştikten üç dört hafta sonra ‘Yersiz Yurtsuz’ dizisinde rol almaya başladım, şimdi de Binbir Gece’ dizisi…

Asi, sorumluluktan kaçan ‘Zengin Bey Burak’, Sezen’in peşinden çok koştu. Gözü kara bir halde… Ne buldu Sezen’de Burak?

Evet, çünkü gerçekten aşık oldu. Uğruna her şeyi yaptı, aşkı için mücadele etti. Kek bile yapıp kapısına dayandı. (Gülmeler…)

“AŞK İÇİN ÇABA HARCANMALI!”

Peki siz gerçek yaşamınızda böyle gözü kara mısınız aşk söz konusu olunca?

Evet, daha beterim hatta. Bazı şeylerin mücadele ile olacağının daha doğru olacağını düşünüyorum. Bir aşk için çaba harcanmalı, mücadele edilmeli. Ama hani gerçekten değen biriyse, değiyorsa mücadele edilmeli diyorum.

Zaten mücadele, aşkta - ilişkide olması gereken…

Tabii, kesinlikle… Bir insanın kendisiyle savaşırken, hatta ailesiyle bile savaşması zorken başka birini hayatına dahil etmek, her şeyine ortak olmak, sorunları beraber paylaşabilmek çok önemli. Bu da mücadeleyi gerektiriyor tabii.

“EVLİLİK AŞKI ÖLDÜRÜYOR!”

Mücadele sonrasında kaybetme korkusu aşkı tetikliyor mu sizce, ilişkiyi canlandırma anlamında?

Aynen öyle… Kaybetme korkusu ilişkiyi canlı tutuyor. Dolayısıyla evliliğin bu anlamda aşkı öldürdüğüne inanıyorum. Çünkü şöyle bir şey var, yaşanan ilişkide, karşındaki kişinin kapıyı vurup gidecek olmasının verdiği endişe korkutuyor ve bir yerde tutuyor aslında.

Sezen ve Burak neden gizlice evlenerek ailelerini böyle bir tepkiyle cezalandırdılar?

Herkes onlara karşı çıkınca içindeki aşk ve güçle bu konuyu aşabileceklerine inandılar ve bunu göstermek istediler.

“AŞIK OLUNCA GÖZÜM HİÇBİR ŞEY GÖRMEZ”

Gelelim aşka…

Çok heyecanlanırım aşık olunca. Gözüm başka hiçbir şeyi görmez. Sürprizler yapmayı severim.

“EVLİLİK BİR NİKÂH DAİRESİ KADAR YAKIN!”

Üç yıldır süren bir birlikteliğiniz var. Evlilik uzak mı size?

Evlilik bir nikah dairesi kadar yakın aslında ama... (Gülüşmeler…) Büyük bir sorumluluk, maddi koşullar da var. Hani evlenince ‘Eyvah, ben şimdi ne yapacağım? Hani beraber olduğum kişiye onun istediği şartları sunabilecek miyim, onu rahat ettirebilecek miyim?’ düşüncesi… Sonrasında dünyaya getireceğiniz çocuk… Onu şartlar en iyi şekilde olduğunda dünyaya getirmelisiniz ki, ‘İyi ki beni dünyaya getirmişsiniz’ diyebilsin.

“SORUMLULUK ALAN BİRİYİM”

Canlandırdığınız ‘Burak’ karakteri sorumluluklardan kaçan, asi, şımarık biri. Sizde bu tür özellikler var mı?

Hayır, tam tersi sorumluluklardan kaçmak yerine sorumluluk alan biriyim. Çok asi değilimdir. Ama Burak’ın şu özelliğini seviyorum. Adam başına buyruk yaşıyor, çok rahat. Hiçbir sorumluluğu yok. Derdi yok, tasası yok. Nerde akşam orda sabah… Para sorunu yok. Çok lüks evlerde oturuyor, pahalı arabalar… Bunları görünce diyorsun ki ‘Vay be! Böyle hayatlar da var.’ Belki zor, belki yanlış ama böyle hayatlar da ne yazık ki var.

“BEN KADINLARA ‘BURAK’ GİBİ YAKLAŞAMAM!”

Zaten oyunculuğu çekici kılan nedenlerden biri de bu olsa gerek. Yani yapamadıklarınızı roller sayesinde yaşamak…

Kesinlikle… Olmadığın birini oynamak… O çok keyifli bir şey. Hayatında yapamadığın şeyleri rolle yapmak başka bir şey. Mesela, Burak’ın kadınlara yaklaşması… Ben öyle yapamam mesela. Hani televizyonda görüyorsun ‘Noluyor yaa… Aaa bu muymuş? Ya da ‘Kadına böyle yaklaşılır mı?’ diyorsun.

Kendinde olmayan başka özellikleri canlandırmak insana neler düşündürüyor? Neler katıyor?

Bakıyorsun… Böyle yaşasam, böyle bir kültürden gelmiş olsam, böyle şımartılsam ben de böyle olabilirim diyorsun. Burak, gerçekten şımartılmış, çok rahat yetişmiş, vs… Gerçek hayatla yüzleşmesi engellenmiş.

“KOLAY KOLAY KİMSEYİ ALDATMAM”

Mert’in Burak’tan ayrılan yönleri neler?

Kolay kolay hiç kimseyi aldatmam, insanları yarı yolda bırakmam, insanların hayatlarıyla bu kadar oynamam, Burak’ın Melek’e yaptığı gibi. Böyle anlık şeyler yaşamam. Ben anlık değil, gerçekçi ve daha uzun vadeli düşünürüm.

“BİZ SİZE GICIK OLUYORUZ!”

İnsanlar nasıl tepki veriyorlar sizi gördüklerinde? Ne diyorlar ve niye kızıyorlar daha çok?

Melek’i bırakmış olmama… Ama geçen gün şöyle ilginç bir şey oldu. Bankaya gitmiştim, üç kızdan bir tanesi ‘Ay biz size gıcık oluyoruz!’ dediler. (Kahkahalar…)

Genelde ‘Ailecek sizi seviyoruz’ derler ya, bu kez ilginç bir yorum olmuş gerçekten.

Aynen… Ama görsen, nasıl sevinerek söylüyorlar. ‘Teşekkür ederim’ dedim ben de.

Gelelim rol aldığınız tiyatro oyununa. ‘Testosteron’ Siz, Metin Coşkun, Emre Karayel, Fırat Tanış, İnan Ulaş Torun, Timur Acar ve Tuna Kırlı rol alıyorsunuz. Nasıl kimlikle karşımıza çıkacaksınız bu kez oyunda?

Gazeteci Tretyn’i canlandırıyorum. Magazin gazetecisi, nerde sansasyon varsa ona yönelen, ‘bir kelimeden başka türlü nasıl anlam çıkarabilirim’ diye düşünen bir gazeteci…

Oyunun konusu da kadın – erkek ilişkileri…

Evet… Erkekler arasında kadın konusu… Erkeğin kadına bakışı… Hayatında var olan kadınları nasıl gördüklerini anlatıyor. Aslında kadının, erkeğin hayatındaki yeri… Bir de kadın her yönden ele alınıyor oyunda. Medyatik, biyolojik, toplumsal… Komik bir şekilde…

Erkeklerin ipliğini pazara çıkarıyorsunuz diyebilirim. (Kahkahalar…)

Erkeklerin dünyası… Erkek olmanın ne kadar zor olduğunu, aslında hatanın nerde başladığını anlatıyoruz. Bir yandan da erkeklerin kadınlara bakışını…

“ERKEKLER DOĞURAMADIĞI İÇİN KADINLARI CİNSEL OBJE OLARAK GÖRÜYORLAR!”

Erkekler kadınları neden cinsel obje olarak görüyor?

Oyun tam da bunu irdeliyor. Kadınları neden cinsel obje olarak görüyor erkekler? Bunun nedeni çok basit ve çok açık aslında. Erkeklerin doğurganlık özellikleri olmadığı için!

Bunun temelinde, yani kadınları cinsel obje olarak görme konusunda ‘erkekliğin doğası’ diye savundukları o olgu mu var? Yoksa başka bir sebep mi…

Hem erkeğin doğasında var hem de şu, bir kadın çocuk dünyaya getirebiliyor. Evet erkekler her şeye sahip olabiliyorlar. Yönetici oluyorlar, fabrikalar kuruyorlar. Başarılar kazanıyorlar, para kazanıyorlar, güç sahibi oluyorlar. Ama doğuramadıkları için de kadınları cinsel obje olarak görmekten vazgeçmiyorlar, vazgeçemiyorlar.

İlginç…

Doğurganlık özelliği kadında olup erkekte olmayınca… Erkek ne yaparsa yapsın, bu anlamda yani doğurganlık anlamında yoktan var edemiyor. Ama kadında öyle değil. Hatta öyle ki, kadınlar yakın gelecekte erkeğe hiç ihtiyaç duymadan çocuk sahibi de olabilecek. Bu, daha da beter bir kaygı yaşatıyordur birçok erkeğe.

“Oyunculuk bir laboratuvar. Bir yaşam biçimi ve sonsuz bir şey” diyorsunuz Peki ne tür deneyler yapıyorsunuz? Yani oyunculuğunuzu nasıl ve nelerle besliyorsunuz?

Gözlemle… İnsanları ve olayları gözlemleyerek… Bazen bilinçli bazen de farkında olmadan…

Detaycı bir yapınız var gibi. Detaycı ama sabırsız…

Evet aynen… Çok sabırsızım. Bir şey olacaksa hemen olsun isterim. Neyi istiyorsam onun üstüne giderim.

“CASUS OLMAK İSTİYORUM!”

Ankara Devlet Tiyatrosu’nda; ‘Suç ve Ceza, Şeyh Bedrettin, Palyaço Prens, Atları da vururlar’ adlı oyunlarda, İstanbul’a geldiğinizde de ‘Hırçın Kız’ oyununda rol aldınız. Geçen yıl ‘Hayattan Korkma’ filminde rol aldınız. Şimdi de ‘Binbir Gece’ dizisiyle ekranlarımızdasınız. Dizi oyunculuğunuzun yanı sıra yeni oyun ‘Testosteron’la tiyatro sahnelerindesiniz. Bundan sonra neler yapmak istiyorsunuz?

Sinema yapmak istiyorum. Sinema, tiyatro… Oyunculuğumu geliştirmek, iyi roller oynamak... Oynamak istediğim çok rol var.

Mesela…

Bir casusu canlandırmayı isterdim mesela. Aksiyon türündeki kurguların olduğu filmlerde rol almak isterdim. Derinliği olan karakterleri canlandırmayı istiyorum. Hem oyunculuğumu geliştireceğini hem de derinliği olan rolleri canlandırmanın keyifli olacağını düşünüyorum

“SEYİRCİ ROLÜMÜ ANLIYORSA BAŞARI BUDUR!”

'Hırçın Kız' oyunundaki ‘Tranio’ rolünüzle 2006 yılında ‘Arda Kanpolat Oyunculuk Ödülü'ne layık görüldünüz. Nedir başarı kıstasınız…

Başarı benim için, karşılık bulmaktır. Yaptığım işin karşı tarafa geçmesi demektir. Yaptığım iş karşı tarafa geçiyor ve seviliyorsa, seyirci anlıyorsa başarı budur benim için. Oynadığınız bir rol ya da yaptığınız bir iş seyirciye geçmiyorsa başarısızlıktır o.
Kaynak: Hürriyet Magazin

19 Şubat 2008 Salı

Aysel Gürel'in, kızı Mehtap Ar'a açıkladığı vasiyet

Aysel Gürel, kızı Mehtap Ar'a açıkladığı vasiyetinde neler söyledi.

İşte herkesi güldüren Aysel Gürel sözlerinden bazıları...

İşte vasiyeti
Mehtap Ar, Aysel Gürel'in vasiyetini şöyle sundu, “Annemin vasiyeti şuydu, tüm kadınlara söyle; bilsinler ki ben 80 yaşıma kadar çalıştım ve dimdik ayaktayım. Çalışmak ve ayakta kalmak güç ama ben başardım, tüm kadınlar da başarabilir"

Aysel Gürel... Türkoloji mezunu, şair, tiyatro ve sinema sanatçısı, şarkı sözü yazarı... Çok dolu bir hayat hikayesi. Herkes adına yaşanmış yıllar, kağıtlara dökülmüş, çoğu hayat bulmuş, çoğu her hangi bir notada hayat bulamamış 20 bin şiir. Hepsi sığmış 79 yılın içine. Kimisi ucundan dokunur kimisi tam bizi anlatır. Daha yapacakları vardı, hasta yatağında yakınlarıyla paylaştığı. Ne sözleri uçtu ne yazıları, hepsi kaldı ondan hatıra. İşte o hayattan kalan 'komik' hatıralar...

Çocuklarına bu şiiri yazdı
Her anne gibiydi o da ve kızları hiç büyümüyordu sanki. Hasta olduğu halde yılbaşını evde geçirmek için doktorlardan izin aldığı gün, kızlarını ağlatacak bu şiiri yazdı onlara.

Beni yıkadılar
Tertemiz giydirdiler
Aşkın tertemiz damlalarında
Kendilerine iki küçük kadın hazırladılar
O küçük sandığım, o büyük iki kadın
Beni onurlandırıp, beni efsanelere kattılar
Bana hayatımın şiirini emzirdiler
Çöp arabasına otostop yaptı
Aysel Gürel, ilginç açıklamaları, yaptığı sıradışı hareketlerle uzun süre akıllardan silinmeyecek. Bir keresinde Beyoğlu'nda bir gece kulübüne eğlenmeye gidince sabah 5'te evine gitmek üzere dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz karşısında çöp kamyonu ve temizlik işçilerini görünce hemen yanlarına gidip, 'Beni evime bırakır mısınız' ricasında bulundu. Taksim'den Nişantaşı istikametine giden işçiler, Aysel Gürel'in bu ricasını kırmayarak onu Teşvikiye'deki evine kadar bıraktı. Taksi yerine evine çöp kamyonuyla gitmenin kendisini çok heyecanlandırdığını söyleyen Gürel, "Sıradan olmak, sıradan şeyleri yapmak tarzım değil" demişti.

Östrojen hormonum fazla
Şu bir gerçek ki, ben henüz menopoza girmedim. Evet, regl olmuyorum, yumurtlamıyorum ama östrojen hormonum aynı şiddette vücudumda var. Böyle olduğu için, ben azgın, hala fıkır fıkır bir kadınım. Bunun için yaşlılık kompleksim yok.

Muhsin Ertuğrul onu keşfetti
Akciğer kanseri tanısıyla iki aydır tedavi gören Aysel Gürel, bugün Teşvikiye Camii'nde kılınacak öğle namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verilecek. 1929'da Denizli'de Aysel Gürel'in çocukluğu ve gençliği hakim olan babasının görevi nedeniyle Trabzon'da geçti. Trabzon Atatürk Lisesi'nden mezun olduktan sonra, 1948 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü'ne girdi. 1952'de üniversiteden mezun olan Gürel, aynı yıl Küçük Sahne'de Muhsin Ertuğrul'un keşfiyle tiyatro oyunculuğuna başladı. 25 yıl çeşitli tiyatrolarda oynayan Gürel, aynı zamanda çok sayıda sinema filminde de rol aldı. Çocukluğundan itibaren şiire merak salan Aysel Gürel, yazdığı şiirleri de kitap olarak yayımladı.
İlk öpücük
18 yaşındaydım. Trabzon'dan İstanbul'a geliyordum. Kamaram vardı tek kişilik. Kapı çalındı, "Buyurun, girin" dedim. Nihat girdi. Birdenbire saldırdı ve dudaklarımı emmeye başladı. Dudaklarım, böyle ateşe, kora değmiş gibi yanıyordu. Kurtuldum ve "Bu ne?" dedim. "Öpüş" dedi.

Şu an sevişiyorum
Evini arayan gazetecilerden bunaldığı bir anda telefon eden kişiye "Şu anda yatakta sevişiyorum iki saat sonra arayın" der.

Otoseksüelim
Cinsel kimliğiyle ilgili sorulara, "otoseksüelim" diye cevap verir.

Nasıl evlendim
Alt kültürün tesiriyle oluşan, bekaret muhafazası diye bir şey vardı. Baskı vardı yani, tahsil hayatım uzun sürdüğü için bekaretimizi muhafaza ettik. Bazı günler, ortaokul arkadaşlarım beni ziyarete gelirdi, ben 22-23 yaşlarındayım. Yanlarında da yetişkin kız, erkek çocuklar... 'Aaa ben bunları hatırlamıyorum bunlar kardeşiniz mi' dediğimde onlar da, 'Ne kardeşi, bunlar bizim çocuğumuz' demeye başladılar. Ben de, 'Galiba üreme için geç kalıyorum' dedim. O sırada ben, Küçük Sahne'de oynuyordum, devamlı röportajlar oluyordu. Resimli mecmualara da kapak olarak çıkıyordum. O aralar fuayemize gazeteciler doluşuyordu. Çok güzeldim, kapak çekiyorlardı. O ara çok yakışıklı bir gazeteciye takıldım, Müjde'ye benziyor ama erkek düşün ki, bıyıklısı. O yıllarda Amerikan sinemasının meşhur aktörü Tyron Power vardı, ona benzeyen. Gece Postası'nda çalışıyordu o zaman, röportaj yapmıştı benimle. Bir gün Babıali'den geçerken gazeteye girdim, 'Vedat bey burada mı' dedim, 'Odasında' dediler ve odasına çıkardılar beni. Oturdum karşısına ve 'Benimle evlenir misin' dedim ona... Dört ay kadar sözlü kaldıktan sonra evlendik ama teklif benden geldi. Ben de artık geç kalmadan, ürünlerimi çıkartayım dedim. Ee yaş 25'lere gelmişti...
Ben Türk kadının bilinçaltıyım
'Her kadın en az bir kez, yanında kocası bile yatsa, rüyasında başka bir herifle yatmıştır. Bilinçaltının yarattığı bir durum bu. İlla ki tanıdığın biri olmasına da gerek yok. Hayır ben hiç yaşamadım diyen de yalan söylüyordur"
Kaynak: Hürriyet

medyadan

BlogcuZade Master